https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgN4-4Q5N3CZm3-yqhuudvQy_Q9ajDRTgKdX90Iv99U1Buo-jmaPmiYT5q9D3Y1Pj8TbQlv_mdnq4AIN0NJTxXuFJdM2iZCycfbphn1CTWiV_FUIOXJFHkjNutkNgmMa4xry3cO1UWn-qQ/h120/SL372160.JPG MottoSeyyah - Motorcycle Travel

24 Şubat 2016 Çarşamba

VE NİHAYET BATUM :)

Öğrencilik yıllarımdan beri hep gitmeyi düşünüp sonra farklı sebeplerle sürekli ertelediğim Batum seyahatimi nihayet geçtiğimiz yaz gerçekleştirdim çok şükür :) 2. sınıftayken bisikletle gitmeyi planlayıp sonra vazgeçmiştik. Daha doğrusu gözümüz pek kesmemişti. Bisikletlerimiz de çok iyi olmayınca kalmıştı öyle. Sonra bir ara arabayla niyetlendik o da olmadı ama niye olmadı hatırlamıyorum. "Her işte bir hayır vardır" derler ya bizimki de o hesap oldu. Motosiklet diğer seçeneklerle kıyaslanmaz bile.
Yaz tatili için iki farklı gezi planlamıştık. İlk önce Amasra ve sonrasında Batum. Amasra gezisini daha önce paylaşmıştım. Uzun bir aradan sonra sıra nihayet Batum gezisine geldi.
      Bütün hazırlıkları tamamlayıp 20 Ağustos sabahı Samsun'dan yola çıktım. Önceki gezideki acı yağmur tecrübemizden bahsetmiştim. Bu sefer son anda bertaraf ettim bu tehlikeyi. Uzun zamandır araştırıp da almaya niyetlendiğimiz bir bot vardı ; Yds diablo 11.0 gtx. Alırız, ederiz derken aylarca rafta duran bot tükenmişti. Ertesi gün yola çıkıcam bot bulamıyorum. Ara tara derken Sakarya'da bir yerden bulup görüştüm satıcıyla, ertesi gün ulaştırması şartıyla aldım. Sağolsun sözünde durup zamanında yolladı. Bütün hazırlıklarım tamamdı zaten, erkenden gidip kargodan botu aldım ve hemen yola çıktım. Batum'dan önce küçük bir kaçamak yapıp bir gece Kümbet'de kalmaktı niyetimiz. İlk geceyi orda geçirdik.
 Akşam yatarken kullandığımız standart cümle " Sabah erken kalkıp yola çıkıyoruz" peki öyle mi oluyor ? Tabi ki hayır :)) 3 uyuşuk bir araya gelince aheste aheste yola çıkıyoruz. Ama acele etmeye gerek yok zaten, amaç tadına varmak.. Sabah kalkıp güzel bi kahvaltı yaptık ve ardından koyulduk yola.
Hedefimiz Trabzon'a varıp orda konaklamaktı ama biraz daha gidip Rize'de konaklamaya karar verdik. Vermez olaydık... Mevzu Rize olunca şehrin girişinde sizi ilk karşılayan yağmur oluyor:) Ama neyseki bu sefer tedarikliyiz, e bot aldık o kadar. Bir yandan da seviniyorum aslında yağdığına; bakalım botların yağmurla arası nasıl :) Hemen bir üst geçidin altında durup yağmurluklarımızı giyiyoruz. Botlar ayağımızda zaten. Bir süre daha sürüp sehir merkezine varınca anlıyoruz ki isabetli bir karar vermişiz, ayağımızda gram su yok. Şimdi ilk iş kamp yeri bulup sonra da karnımızı doyurmak. Ara tara adam gibi bir yer bulamadık merkezde. Açlık bir yandan, yorgunluk bir yandan bir de konaklama yeri bulamayınca gözünüzde canlandırın artık bizim halleri.. Öğretmen evini aradık orada da yer yok. Baktık olmuyor önce bir şeyler yiyelim dedik. Gece yarısı pek seçenek yok tabi yemek için. Kapatmak üzere olan bir fast foodvari yerde atıştırdık bir şeyler. Sonra biraz daha turladık ama yok, şehir merkezi konaklamama üzerine kurulmuş sanırım :) Son çare anayolun kenarında genişçe bir yeşilliğe kurduk çadırları.
Çadır kurduğumuz yer hemen arkamdaki yeşillik :)
Sonra hemen uykuya koyulduk. Uyumaktan ziyade bayılmışız desek daha doğru olacak gibi. Gece bastıran sağanağı bir ara duyar gibi oldum ama tam anlayamadım demek ki. Sabah kalktığımızda motorlardan ikisi devrilmişti :) Yağmur toprağı yumuşatınca toprağın içine gömülen ayaklık daha fazla dayanamamış. Motorları kaldırdık sonra bir baktım ki benim lastik patlamış. Haydaaa.. Gece çivi girmiş sabaha kadar inmiş havası. Neyse ki şehir merkezindeydik hemen bir lastikçi bulup hallettim ama bayağı bir zamanımızı aldı. Ardından hemen kahvaltı yapıp girdik yola. Bu seferki rotamız Hopa. Gece orada kalıp sabah erkenden yola çıkacağı
z erkenden !!! :) Hopa'da Coşkun'un arkadaşı Hakan karşıladı bizi. Sonra hep beraber yemek yeyip, güzel bir sohbet ettik.
 Rize'den sonra Hopa ilaç gibi geldi. Hakan bize konaklamak için yer tarif etti sahilde. Batum sınırına yakın bir yerdi. çadırları kurup ateş yaktık ve sonraaa gecenin en eğlenceli kısmı; ateş başında çay muhabbeti.. 
Sabah nasıl olduysa erkenden yola girdik.
Batum'un heyecanı sarmış olabilir :) Sınırdan geçmek için kimlik ve araç ruhsatı yeterli. Tabi kullandığınız aracın üzerinize kayıtlı olması gerekiyor. Hemen hemen yarım saatte hallettik işlemleri ve geçtik sınırdan. Sonra ver elini Paris, pardon Batum :P
 Daha sınırda mimarinin farklılığı göze çarpıyor zaten. Şehir 1564'te Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı devleti tarafından fethedilmiş. 314 senelik egemenlikten sonra 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Rusya'nın işgaline uğramış. Daha sonra çeşitli anlaşmalarla gitmiş gelmiş vs. ve en sonunda 1921 Moskova antlaşmasıyla Gürcistan'a bırakılmış. Şehre ilk girdiğimizde bizi etkileyen şey mimari oldu. Sovyet dönemi mimarisi çok belirgin. Özellikle Eski Şehir denilen bölgedeki mimari görülmeye değer. Binaların çatıları harika.. 
 Batum tarihine fazla dalmadan kaldığımız yerden devam edelim. Öğlene doğru bir şeyler yemek için yer araştırdık. Tabi öncesinde Gürcü parası Lari almak gerekti. 50 liraya 40 lari aldık. Benim düşüncem Avrupalıların parasının burada katlandığı gibi bizim paramızın da orada katlanacağı yönündeydi ama tam tersi değer kaybetti :) Yemek için de pek seçenek bulamayıp Mc Donald's'a gittik mecbur. Türkçe bilen tek tük çıkıyor ama genelde İngilizce konuşmak zorunda kalıyorsunuz. Karnımızı doyurduktan sonra sıra keşfe geldi artık. İlk önce bir markete girip içeçek bir şeyler aldık. Tabi bu arada da bol bol kıyas yaptık fiyat vs. ile ilgili. İçki türleri ucuz sayılır, hatta içkileri tadıp öyle alabiliyorsunuz, beyaz peynir gibi :) Onun haricinde çok ucuz diyebileceğim bir şeye rastlamadık. Sonra şehri turladık bir süre, garip yerler var. Caddenin bir tarafı lüks diğer tarafı varoş. Bu iki farklı yaşamı ayıransa sadece bir cadde. Bol bol mimari izliyoruz gezerken,
 lüks ve yüksek binalar, yüksek binaların üst katlarında devasa ekranlı reklam panoları.. Ardından  methini çok duyduğumuz botanik bahçesine gittik. Dünyanın en büyük botanik bahçelerinden biri. 2 bini ağaç türü olmak üzere 5 bin çeşit bitki varmış içinde. Hemen hemen tamamını gezdik. Manzarası da müthiş gerçekten.
 Tabi botanik bahçesi deyince insanın aklına ilk önce dümdüz bir arazi profili geliyor ama tamamı yamaç.  Yani denizden yükselen dik bir dağ. Aşağıdan tepeye araçla çıkabiliyorsunuz. Botanik bahçesinin kendine has golf arabası benzeri araçları var.
Biz yürüdük tabi tamamını o yüzden fazlaca zaman harcadık burda. Bu arada giriş ücreti yanlış hatırlamıyorsam 10 lariydi. Parktan ayrıldıktan sonra şehrin görülmeye değer yerlerini gezmeye devam ediyoruz.  Batum Bulvarı, Piazza Meydanı, Tiyatro Meydanı, Avrupa Meydanı, Medea Heykeli ve Chacha Tower gibi şehrin sembolik yerlerini de görüp çok geç olmadan yola çıkmayı düşünüyoruz. Birbirine yakın yerler zaten. Avrupa Meydanı Batum'un ana meydanı, görünce bunu hissediyorsunuz zaten. İçinde Altın Post Heykeli'ni barındıran büyük bir meydan. Yapımına zamanında bir milyon lari harcanmış.
 Piazza Meyda'nı içinde otel, bar, cafe gibi yapıları barındıran büyük bir meydan. Tiyatro Meydanı da opera binasının yanında, Altın Renkli Posedion Heykeli'nin etrafında şekillenmiş güzel bir meydan. Her şehir merkezi gibi burda da araç parkları sıkıntı. Tabi bizim böyle bir sıkıntımız olmadı :) Akşam olmak üzere ve artık yavaştan dönme zamanı. Önce yemek yeyip öyle dönelim diyoruz ama sonra Hopa'da yeriz deyip dönüş hazırlıklarına başlıyoruz. Avrupa Meydanı'nda motorları park ettiğimiz yerde hediyelik eşya mağazasına girip bir şeyler bakıyoruz. Malum adettendir, eli boş dönmek olmaz diyoruz. Onu mu alsak, bu mu daha güzel derken hiçbir şey almadan çıkıyoruz :)) Ve hemen koyuluyoruz yola... Sınıra yakın bir yerden depoları fulleyip ( hemen hemen Türkiye'nin yarı fiyatına) devam ediyoruz. Sınıra varınca gümrükteki küçük marketvari mağazayı geziyoruz ama burası da pek açmıyor bizi. Son olarak Hopa'da yemeğimizi yeyip gece 2'ye kadar sürecek Giresun yolculuğu başlıyor artık. Bol yağmurlu, bol yorgunlu bir gece.. Eve varır varmaz yatıyoruz hemen, bayılıyoruz desem daha doğru:) Sabah 11 gibi kahvaltıya oturuyoruz. Geziyi değerlendirip yine bol bol gülüyoruz. Kahvaltı bitince Samsun'a dönmek üzere yola çıkıyorum ve bir geziye daha nokta koyuyoruz. 
                                    Geziden kareler ;)
Dikkat çeken yapılardan biri

Opet'te kişisel temizlik zamanı :)

Rize'de çay içmeye giderken..

Hopa sahil...

Kuzenler benimle dalga geçerken :)

Batum botanik bahçesi

Kümbet






22 Ocak 2016 Cuma

Giresun'dan Bartın'a...

       Motosiklete ilk adımı nasıl attığımı diğer yazımda paylaşmıştım. Üzerinden biraz zaman geçip de motora iyice alıştıktan sonra, sıra yıllardır düşündüğüm kısa metrajlı bir tur yapmaya gelmişti. İlk önce Giresun-Batum arası bir plan yapmıştık kuzenlerle ama malum Doğu Karadeniz yağmuru seven bir memleket.  Hava tahminlerinin Temmuzun ilk haftalarını sürekli yağmur göstermesi sebebiyle rotamızı Batı Karadeniz’e çevirdik. Bu sefer amacımız Sinop üzerinden Bartın’a varmaktı.  Aslında yağmur bu tarz gezileri çok etkilemez eğer ekipmanınız yeterliyse. Bizim ekipmanımız hemen hemen tam gibiydi su geçirmez bot dışında. - Tam gibiydi kısmını bir dünya yağmur yeyince tekrar gözden geçirdim. Meğer bot ekipmanın her şeyiymiş :) – Ama ilk tecrübemiz olacağı için yağmurlarla boğuşmak istemedik. 30 Haziran sabahı hazırlıklarımızı tamamlayıp yola çıktık Giresun’dan.

Motosikletlerin bakımlarını daha  önce yaptırmıştık. İlk durağımız Bolaman geçidi yakınlarındaki Yason Burnu’ydu. Buralardan belki de yüz defa geçmişimdir ama görmek hiç nasip olmamıştı. Yason Burnu içinde Rumlar ve Gürcülerin ortak yapımı olan bir kilise barındıran küçük bir yarım ada. M.s 3. yy’da Hıristiyanlar Hz. İsa’nın doğum gününü Giresun’da kutlar ve sonra buraya gelerek ‘ Işıklar Bayramı ‘na katılırlarmış. Kilisenin içini gezemedik ama mimarisi gayet güzel.
Sanırım 2000’li yıllarda aslına uygun olarak restore edilmiş. Burada biraz zaman geçirdikten sonra tekrar koyulduk yola. Bolaman’ın o virajlı, insanı usandıran yollarının bir gün beni bu kadar mutlu edeceğini düşünemezdim hiç. Motosiklet sürmek için harika bir yol olmuş. Gidiş-geliş iki şeritli bir yol. Hiç bitmesin istedim gerçekten. Hatta bir ara geri dönüp tekrar mı gelsek bu yoldan diye bile düşündük :) Ama iftara Samsun’da olmak niyetinde olduğumuz için çok fazla oyalanmak istemedik. Hemen hemen düşündüğümüz gibi iftara yarım saat kala eve vardık. Haliyle kurt gibi de acıktık. Eşim her zamanki gibi sofrayı donatmıştı :) Güzel bir iftar yemeği, çay muhabbeti derken geceyi tamamladık. Sabah tekrar motorları yükleyip girdik yola,
hedef Sinop’tu. Daha önce gitmiştim ama motorla gidecek olmak farklıydı tabi ki. Bafra’ya kadar gayet güzel gittik sorunsuz ama Bafra’da yağmur bir anda bastırdı. Hemen yağmurluklarımızı giydik ve devam ettik. Ayakkabılarımız normalde su geçirmez ayakkabılar ama bileği kısa olduğu için kısa sürede yağmur içine doldu. Gerçekten ıslak ayakla motor sürmek can sıkıcıymış. Mecbur devam ettik. Yağmur kesildi kısa bir süre sonra ve ayaklarımız daha Sinop’a varmadan kurudu.
Önce Gerze’yi  gezdik, kendi halinde şirin bir ilçe. Magnetlerimizi de aldık hatıra olarak :) Fazla oyalanmadan devam ettik,  Sinop’a girer girmez Üniversiteden ev arkadaşım Müslim’i aradım. İftarı onun köydeki evinde yaptık. Sonra Müslim’in rehberliğinde biraz gezdik Sinop’u. Gece kalmamız için ısrar etti ama biz çadırda kalmaya niyetliydik. Sinop kalesinin ordaki kumsala kurduk çadırları ve hemen daldık denize. Gece denize girmek paha biçilemez :)
 Sahura 2 saat gibi bir süre vardı. Biraz yüzüp yemek yedikten sonra yattık hemen. Sabah niyetimiz Erfelek Şelaleleri’ne gitmekti ama şelaleri tırmanmak çok zaman alacağından  vazgeçtik. İnceburun, Hamsilos, Karakum gibi yerleri gezdik ve koyulduk yola tekrar. Hedef Kastamonu. Boyabat ve Taşköprü üzerinden Kastamonu’ya vardık. Yolculuk güzel geçti ara ara bastıran sağanakları saymazsak tabi. Hemen gezilecek yerleri planlayıp şehri keşfe koyulduk. Planlayıp diyorum çünkü biraz doğaçlama geziyoruz, öncesinde çok detaylı bir plan yapmadık. Biraz tembellikten, biraz böyle sevdiğimizden, ne derseniz deyin artık :) Önce saat kulesine çıktık şehre tepeden bakmak için, Kastamonu’nun tamamını buradan görmek mümkün.
 Laf aramızda buraya çıkarken çok dik bir yokuşta motoru devirdim, ben motorun altında kaldırılmayı beklerken hemen yanımızdaki teyzelerin panik hallerini hatırlayınca gülüyorum hala :)) Neyse ki bi sıkıntı olmadan atlattık bu küçük kazayı. Sonra kaleyi gezip ardından da iftar yaptık. Sıra geldi en zevkli kısım çay faslı ve günün değerlendirilmesi. Barutçuoğlu Avm’nin altında bir cafeye oturduk, burada aşkla kumda kahve yapan amca bizi çok etkiledi. Kahveyi bir semazen edasıyla karıştırıyordu sanki. Başını önüne eğmiş, karıştırdığı kahvede bir sır arar gibiydi. Gece ilerleyince çadır kurmak için yer aramaya başladık, biraz zor da olsa şehrin dışında bir yere kurduk çadırları.
Ancak sabah olunca anladık nereye çadır kurduğumuzu. Çadırları topladık ve kalan birkaç yeri gezmek için çıktık hemen yola. Yakup Ağa Külliyesi, Ayağı Yanık Türbesi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin 7 yıl kaldığı ev ve bir çok camii gezdiğimiz yerlerden bazılarıydı. Bunlar içinde bizi en çok etkileyen Ayağı Yanık Türbesi oldu. Hikayesi türbenin girişinde yazılı aslında ama ayak üstü sohbet ettiğimiz bir abiden hikayeyi canlı dinlemek bizi çok etkiledi. Ardından koyulduk tekrar yola. Tam şehrin çıkışında arkamızdan motosikletli bir abi geldi. Kastamonu Motosiklet Kulubü başkanıymış. Sağolsun bir ihtiyacımız olup olmadığımızı sordu, biraz laflayıp teşekkür edip ayrıldık. Turumuzun 2. ayağını da tamamlayarak yönümüzü çevirdik Safranbolu’ya.
Safranbolu hep merak ettiğim ama bir türlü yolumun düşmediği bir ilçeydi. Evleri, tarihi dokusu hep anlatılırdı belgesellerde vs. Ne zaman adını duysam hep bir gün gideceğim diye yazardım aklımın bir köşesine. Sonunda nasip oldu görmek hem de bir taşla iki kuş misali :) Kuzenim İlker Safranbolu’da askerliğini yapıyor, şansımıza vardığımız gün de çarşı iznindeydi :) Varır varmaz arayıp buluştuk hemen, Eski Safranbolu dedikleri asıl tarihi evlerin olduğu yerin meydanında.
Uzaklarda tanıdık görmek güzel bir duygu gerçekten. Çocukluğumuzda yaylalarda deli gibi gezerdik hep beraber, köyde yapmadığımız yaramazlık kalmazdı. Yıllar sonra her görüştüğümüzde belki de en zevk aldığımız şey o günleri yad etmek.Hele de İlker’in bir tavuk öldürme hikayesi var ki ne zaman aklıma gelse gülerim kendi kendime :)) Neyse çok eskilere dalmadan devam edelim yoksa sonu gelmez :) İlker çarşı iznini 1 saat uzatsa da zaman su gibi akıp geçti. Beraber biraz gezdik Safranbolu’yu sonra İlker’i birliğine teslim edip kalacak yer aramaya başladık.
iftara yaklaşık 2 saat gibi bir zaman vardı. Kısa bir araştırmadan sonra bir otelin kamp alanı olduğunu öğrenip bakmaya gittik. Düşündüğümden daha güzel bir yerdi. Sıkı bir pazarlıktan sonra 3 kişi toplam 40 liraya anlaştık. Otelin duşundan yararlanacak olmak her şeye değerdi :) Kamp alanında bizden başka kimse yoktu diğer güzel yanı da buydu aslında, rahat rahat takılacaktık. Kamp alanında ızgara, semaver ne ararsak vardı. Hemen çarşıdan mangal için malzeme aldık. Otel çalışanları sağolsunlar çok yardımcı oldular. Ne istesek anında tedarik ettiler. Kimimiz mangal, kimimiz salata derken iftara harika bir sofra kurduk.
Kamp alanı taraçalandırılmış yüksek sayılabilecek bir yerdi. Şehrin ışıkları da yanınca enfes bir görüntü çıktı ortaya. Biraz daha kıskandırayım mı sizi :) Hepsinin yanında bir de semaver çayı vardı ki, günün yorgunluğunu aldı götürdü. Çayın yanına tatlı almak için oynadığımız  taş-kağıt-makas oynunu her zamanki gibi kaybederek çarşının yolunu tuttuk diğer bahtsız kuzenim Coşkun’la beraber :) Şaka bir yana beklediğimden çok daha güzel bir kamp oldu. Otele duş almaya gittiğimizde gece sahur için çorba çıktığını öğrenip geleceğimizi söyledik. Sahura yakın semaverde çay demleyip otele sahur yapmaya gittik.
 Niyetimiz hemen çorbamızı içip gelmek ve sonra çay sohbeti yapmaktı. Otelin restaurant kısmına oturup çorbalarımızı beklemeye başladık. Garson arkadaş bizim bir şey söylememize fırsat kalmadan doldurdu masayı. Mezeler, meyveler, salatalar... Biz birbirimize bakıp gülüşürken masa dolmuştu bile :) Neyse dedik artık ya ikramdır ya da dünkü sıkı pazarlığın acısını çıkaracaklar :)) Yemeğimizi yeyip teşekkür ederek ayrıldık, çok az bir süre vardı ezana. 2 bardak çay içtik derken ezan okundu. Çadırlarımızı duştan önce kurmuştuk. Kısa bir sohbetten sonra çadırlara yatmaya geçtik. Aslında gece hiç bitmesin istiyordum ama sabah yola çıkacaktık. Güzel bir uykudan sonra sabah 9 gibi uyanıp çadırları topladık, motorları yükleyip hesabı kapatmaya gittik. Bir yandan da gece donatılan masanın fiyatını merak edip şakalaşıyorduk :) Toplam hesap 55 lira tutmuş yemekler de dahil. Yani donatılan masa ikrammış :) Çok teşekkür edip, memnuniyetimizi belirterek ayrıldık otelden. Gerçekten çok sıcak davrandılar ve verdiğimiz paradan kat kat fazla hizmet aldık. Safranbolu’ya yolum tekrar düşerse konaklamak için gideceğim tek yer orası olacak. Bartın yoluna koyulmadan önce biraz daha gezelim dedik ve merak ettiğimiz Kristal Teras’a geçtik. Farklı bir mekan olmuş. Uçurum kenarına yapılan zemini tamamen cam bir balkon. Ama zamanla cam yüzey çizildiği için aşağısı çok net görünmüyor. Bu arada girişte 5-6 lira gibi bir ücret alıyorlar. Yarım saat kaldıktan sonra koyulduk yola tekrar. O gün hava da çok sıcaktı. Safranbolu-Bartın arası 95 km civarı bir mesafe. O yüzden çok acele etmedik. 95 km’lik yolun ilk 40 km’si gerçekten kötüydü. Sonrası ise gayet güzeldi. Bol bol fotoğraf çektik bu güzel kısımda.
 Saat 5-6 gibi Bartın’a vardık. Merkezde biraz turladıktan sonra asıl hedefimiz olan Amasra’ya doğru yol aldık. Çok uzak değil zaten 18 km civarı. Amasra Sahile ilk indiğimde karmakarışık bir ortamla karşılaştık. Sahilde büyük bir otopark vardı, belediyenin sanırım. Motorları park edip biraz yürüdük sahilde ama ne yalan söyleyeyim; beklediğim, hayal ettiğim Amasra değildi sanki. Yine de bu kanıya varmak için henüz erkendi. İftar vakti yaklaşıyordu, bir an önce kamp yerini bulup iftara odaklanmamız lazımdı. Malum sıcak bir yandan, motor yorgunluğu bir yandan, iyice acıkıyor insan. Biraz sorup soruşturduktan sonra jandarmanın sahilde kamp kurmaya izin vermediğini öğrendik. Daha önceki yıllarda birkaç olay olmuş  vs. Ardından Çakraz sahilinde kamp alanı olduğunu söylediler koyulduk yola. Kendi halinde küçük bir kamp alanı, Dolunay Camping’ti sanırım. Bizden başka birkaç aile ve iki motorlu turist vardı. Çadırımızı fındık ağaçlarının arasına kurduk, kurtuluş yok yani fındık ağaçlarından :)
Kamp sahipleri de çok ilgilendiler sağolsunlar. Tüp, çaydanlık ne lazımsa hepsini aldık. 3 çadırı 30 tl’ye kurduk bu arada. Bence gayet makul bir fiyat :) İftara az bir zaman kalmıştı biraz ileride bir pidecide yaptık iftarımızı. Yemek yerken motorcu turistler de geldiler yan masaya. Biraz sohbet ettik ayaküstü. Almanya’dan gelmişler, onlar da öğretmenmiş. Yemekten sonra kamp alanına geçtik direk, kaldığımız yer küçük bir yerdi pek gezilesi değildi yani. Çadırda çay keyfi vazgeçilmezimiz.. Sohbet muhabbet derken gece oldu. Turistlerden biriyle motorlar üzerine sohbet etmeye başladık. Diğeri yatmaya gitti. Sabah Türkiye’de tanıştıkları iki motorcuyla geziye gideceklermiş. Bizimle sohbet eden arkadaş  yeri ve kilometreyi öğrenince bir motora baktı bir bize baktı :) Onlarda KTM’in endurosu vardı. Güzel bir sohbet oldu.
Sonra yavaş yavaş yatma vakti geldi. Sabah dönüş yoluna çıkacaktık. Amasra’yı çok fazla gezemedik aslında, biraz zamanımız kısıtlıydı biraz da yorgunduk. Sabah 10 gibi motorları yükleyip Turist arkadaşlarla (Sürekli turist diyorum çünkü isimlerini unuttum:(  ) vedalaşarak koyulduk yola. Biz yola girerken yüz ifaderi resmen bu motorlarla bir günde  600 km nasıl yapacaksınız der gibiydi :) Onlar günde en fazla 300 km yol yapıyorlarmış. Sonrası çok şükür kazasız belasız iftara yarım saat kala Samsun’a vardık.  Ve her zamanki gibi eşimin güzel sofrası :)
  Özetle yolda olmak, yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak müthiş bir his, bunu motosikletle rüzgarı hissederek yapmak çok daha müthiş.. Batum gezisinde görüşmek dileğiyle ;)
 

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Yolda olmak Üzerıne...


                Yolda olmak tabiri seyahat etmeye başladığımdan beri çok hoşuma giden bir tabir. Daha doğrusu anlamını o zaman tam manasıyla kavrayabildiğim bir tabir. Hepimizin bildiği “Çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir” klişesiyle ne zaman karşılaşsam cevabım hep gezen bilir safında olurdu. Şimdi küçük çaplı da olsa yollara düşmeye başladıktan sonra cevabımın ne kadar isabetli olduğunu anlamış bulunuyorum. Okuyarak edindiğimiz bilgiler bir süre sonra hafızamızdan silinirken, gezi sırasında edindiğimiz bilgiler hem yaparak-yaşayarak öğrenme olduğundan hem de zihnimizde anı değeri taşıdığından unutmak çok güçtür. Aslında fark; bir fotoğrafla o fotoğraftaki görüntünün gerçeğini görmek kadar nettir.
                Yollarda olmanın en zevkli yanlarından biri de yolculuğun sürprizlere gebe oluşudur. Ne kadar plan yaparsanız yapın muhakkak plan dışına çıkmak zorunda kalacağınız zamanlar olacaktır. Zaten başından sonuna kadar ne olacağını bilseniz bir anlamı olmaz maceranın. Yolculuğun kaydadeğer başka bir yönü ise yeni insanlar tanımaktır. Ki benim için seyahat etmenin en anlamlı parçası  budur. Tanıştığınız insanlar bir bakıma gezdiğiniz yerin doğal rehberi niteliğindedir :) Küçücük bir çay sohbetinde bile sayısızca bilgi edinebilir, o yöreye ait hikaye dinleyebilirsiniz.  Evet belki böyle hikayeleri kitaplardan da okuyabilirsiniz ama hiçbiri bizzat yaşadığı bir hikayeyi boğazı düğümlenerek anlatan bir babaannenin hikayesinin tadını vermez. Öğrencilik yıllarımda Cengiz Aytmatov’un “Toprak Ana”sını okurken gizli gizli ağlayan birisi olarak söylüyorum bunları :)  Her köyün, her ilçenin, her ilin özetle her yerin bir hikayesi var muhakkak...
        Bazen öyle şeyler duyuyor ki insan, öyle hikayeler... Bir anda tüm geçmişini, kendisini, neden yaşadığını sorgulama ihtiyacı hissediyor! Bazen de öyle şeyler görüyor ki, insanların neler yapabileceğine dair ufku genişliyor o esneda. Hele de bizim gibi her yeri tarih kokan bir coğrafyada yaşıyorsanız. Bu bakımdan ne kadar şanslı olduğumuzu düşünsek azdır kesinlikle.
          Yol kavramı aslında somut anlamından çok mecazlarla kullanılagelmiştir dilimizde.  Şiir için çok önemli bir mazmundur aynı zamanda.  Ne zaman yol üzerine düşünsem ya da bir yazı okusam Yılmaz Erdoğan’ın “Bu Yol Nereye Gider” şiirini hatırlarım hep.

Yol bir yere gitmez
O bir durma biçimidir
Yol yoluyla gidebilir yare
Yoldan çıkabilir apansız
Ve ömür bitebilir yoldan önce
Ama yol bir yere gitmez
O bir durma biçimidir

      Yol kavramına çok farklı bir yaklaşım gerçekten. Yol bir yere gitmez, O bir durma biçimidir..   Evet o bir durma biçimi, o bir rehber, o yüzyıllara şahitlik etmiş asırlık bir çınar belki de.. Atıl durumda olan, eskisi gibi kullanılmayan bir yol görsem aklıma hemen yalnızlığına terk edilmiş yaşlılar gelir. Nedense bir anda zihnim özdeşleştirir onları. Nedeni ortak noktaları tabi! İkisinin de çok derin hikayeler barındırdığını düşünürüm hep. Düşünsenize yıllarca üzerinden ne hayatlar akmış bir yol, belki de evliyalar, sultanlar geçmiş bir yol.. Diğer tarafta ise evlatlar, sayısız torunlar yetiştirmiş bir ihtiyar ama artık yalnız..
        Dolayısıyla bir bakıma hayatın kendisidir yol. Hem mecazen hem de gerçek manada. Üzerinde nice nesillerin yaşadığı, nice sevinçlerin, nice acıların yaşandığı yollar hayatın dilsiz tanıklarıdır. Tam bu noktada Aşık Veysel'e değinmeden "yol" üzerine söz söylemek ayıp olur sanırım.

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece...

       Aşık Veysel'in dünya hayatını muazzam bir şekilde özetleyen bu dizeleri yol kavramına apayrı bir boyut kazandırıyor. Hayatın en somut göstergeleri çok net bir şekilde sembolize edilmiş bu şiirde. Doğum, yaşamın kendisi ve ölüm..  Bu bakımdan benim açımdan "Yolda olmak" tabiri aslında Aşık Veysel'e göre bir bakıma "Yol içinde yolda olmak" manasına geliyor.. Dünya'nın hem güneş hem de kendi etrafında dönmesi gibi oldu sanırım bu benzetme :)
      Yollarda olmak dileğiyle...
      


          


                

23 Haziran 2015 Salı

Motosiklete Merhaba...

      Uzun süren bisiklet ahbaplığından sonra sıra nihayet motosikletle tanışmaya geldi. Yıllardır bir motosiklet sahibi olmak, iki teker üzerinde daha uzak rotalar planlamak vardı aklımda. Ama motosiklet bisiklete nazaran daha ciddi ele alınması gereken bir araç. Gerekli eğitimler alınmadığında ciddi kazalara sebep olabileceğini düşündüğüm için eğitim almaya karar verdim. Biraz araştırdıktan sonra Honda'nın bu konuda iyi olduğu kanaatine varıp, gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra da atladım gittim İstanbul'a. Taksim'den servisle Gebze'de bulunan Honda fabrikasına geçtik. Heyecanım yavaşça artmaya başlamıştı artık. Yağmurlu ve serin bir gündü. 
Artizlik pozlar :)
Eğitimden arkadaşlar
  eğitim için gelen arkadaşlarla tanışıp biraz da teorik eğitim aldıktan sonra nihayet sıra geldi o en heyecanlı ana.  Tabi insan hemen sürüp gitmek istiyo ama nerdeeee :) Önce bi elimizde taşıdık motorları, park etme, yere düşen motorun nasıl kaldırılacağı vs. derken nihayet oturduk seleye.. Akabinde iki gün süren çok faydalı bir eğitim aldım. Samsun'a döndükten iki hafta sonra da ehliyetimi aldım. Artık tek eksik motosikletin kendisiydi... Onla mı başlasak bunla mı başlasak derken, acemi olduğum için 2. el bir motor almaya karar verdim. İstanbul'dan 2. el bir Yamaha Ybr 125 buldum. Hemen sevgili motorcu kardeşim Burak Aydın'ı arayarak motoru görmesini rica ettim. 
Kardeşim Burak Aydın
 Motor görüldü, onay verildi ve sevgili kardeşim yolladığım vekaletle aldı motoru. Sömestrda kuzenlerimle beraber İstanbul'a gittik. planımız hem ekipmanlarımızı almak hem de motoru otobüse verip Samsun'a getirmekti. Sürüp mü gelsem diye de aklımdan geçmedi değil aslında ama malum kış şartları ve acemilik :) Anes Motor'dan ekipmanlarımızı aldık. (Shark kask, IXS mont, Macna eldiven, IXS yağmurluk). Ekipman seçimi bizi yordu biraz, hele de İstanbul’un o canım trafiğini çekince tamam artık uzatmadan alalım dedik :) Şirinevler’de arabamı da çekti polis, bundan hiç bahsetmiyorum :) Neyse ki çalınmasından iyiydi.. Sonrası kolaydı artık. Burak kardeşim motoru terminale getirdi, attık otobüse ve çıktık yola otobüsten önce. Geriye kalan tek iş motosikleti Samsun’da karşılamaktı. Sabah 6 gibi motoru aldık otobüsten. 
Motora bindiğim ilk an. Samsun-Ankara yolu.
     
 İlk heyecanım görülmeye değerdi :)  Sürebilir miyim, gidebilir miyim? derken atladım motora. Eğitimin ikinci gününde motorla dünyanın her yerine gidebilirim diye düşünüyordum. Motora iyice alışmış, parkurlarda yatırıp kaldırmaya bile başlamıştık. Gel gör ki gerçek trafikte motorla bir başıma kalınca aynı özgüveni hissedemedim. Ama çok uzun sürmedi bu olumsuz duygu, 200-300 metre gittikten sonra tamamdır Gökhan dedim kendi kendime, bu iş sende :) Sonra temkinli bir şekilde eve varıp, bahçeye park ettim motoru. Yorucu ve bir o kadar da zevkli bir İstanbul macerasından sonra evdeydik artık. 
Şimdi geriye güzelce dinlenip, sonra bol bol pratik yapmak kalmıştı.
İstanbul dönüşü ekipman denemeleri :)
Şenol Şenlikoğlu-Coşkun Şenlikoğlu-Gökhan Duacı








21 Haziran 2015 Pazar

İlk Yolculuk...

Öğrencilik yıllarımızdan beri hep uzun yollara çıkmak, yeni yerler keşfetmek fikri hakimdi zihnimizde.. O yıllarda bisikletle küçük geziler halinde başladı gezi maceramız, sonra bir yerden başlamak lazım dedik.. Elimizdeki bisikletler yola çıkmak için çok müsait olmasa da amaç yolda olmak, bu maceraya atılmaktı..

 Derken bir sabah Samsun'dan yola koyulduk, hedefimiz Giresun'a varmak ardından da Giresun'un yaylalarını gezmekti. (Daha doğrusu çocukluğumuzun geçtiği yaylaya çıkmak :) )

Sırtımızda çantalar, çantalara asılı matlar.. Görüntü biraz derme çatma gibi olsa da ne fark eder ki sonuçta yoldaydık :) Yol kenarlarındaki meyveler bizim için oyunlardaki bonuslar gibiydi. kimi için izin aldık, kiminin sahibini bulamayıp göz hakkıdır dedik :) Sıcaklarda dinlenirken bir kaç meyve yemeden olmaz tabi.  Malum mevsim yaz olunca sıcakla mücadele etmek kaçınılmaz, genellikle sabah ve akşama yakın saatlerde pedal çevirip öğlen sıcaklarında dinlenmeyi tercih ettik. Giresun 220 km civarı Samsun'dan. Amacımız 2 günde varmaktı zaten, o yüzden ilk geceyi Fatsa sahilde geçirdik. Kalacağımız yer tenha sayılacak bir köşeydi, karnımız da acıktı tabi vardığımızda. Yakınlarda bir fırın gördük aksam 10 civarıydı. Ekmek bulsak yeter diye düşündük ama o da yoktu. Fırıncıya ekmek sorduğumuzu gören yaşlı bir amca; hayırdır gençler nereye böyle dedi. Giresun'a gidiyoruz amca dedik, " La havle oğlum deli misiz burdan bisikletle Giresun'a mı gidilir dedi " Hiç unutmam o anı :) sonra gelin bakim siz benimle ekmek bulamazsınız bu saatte deyip bizi kattı arkasına. İki sokak aşağıda bir evin bahçesinde mevlid varmış. Tavuklu pilav, salata, ayran.. Karnımız bir güzel doydu ama ordaki amcalarla laflarken, mevlid  okunan kişinin acıklı hikayesini dinledik, üzüldük  haliyle :( Yolda olmak ortak olmak bir bakıma, acılara da sevinçlere de..  Dedim ya pek de hazırlıklı çıkmamıştık yola, çadırımız falan yoktu. Sahilde açık havada yatınca sabaha karşı denizin soğuğu vurdu alttan alttan, havanın aydınlanmasına yakın etraftan odun toplayıp ateş yaktık.
 Buzlarımız biraz çözüldü. Sonra hazırlanıp yola girdik tekrar. Akşama varmamız lazımdı. Biraz pedal çevirince ilk gün kadar dinç olmadığımızı hissettik, yorulmuştuk. Öğlene kadar sürüp Bolaman civarında tekrar ara verdik güneşin etkisini kaybetmesi için. Orda bir güzel uyuduk ki anlatamam :)
Artık son bölüme az kalmıştı. Akşama Giresun'a varıp orda  güzelce uyumak, ertesi gün Dereli'ye geçip bir gece de orda kaldıktan sonra sabah erkenden yayla için yola koyulmaktı planımız. Dereli Kümbet yaylasının bağlı olduğu ilçe, aynı zamanda bizim de doğduğumuz köyün bağlı olduğu ilçe.. Eskiler Geyrez köyü derler, yeni adı Bahçeli köyü. Velhasılı akşam üzerine doğru Giresun merkeze ulaştık ama ne ulaştık. Hareket etmeye mecalimiz yok.. Nefise Akçelik Tüneli'nden geçmeyen azdır sanırım, arabayla gayet şirin görünen tünel, bisikletle canavar oldu bize. Meğer Tünele çıkılırken fark edilmeyen çok az bir yokuş varmış, tam da o yokuşta artık gidemeyeceğimizi düşündük bir ara, bacaklar iflas etmiş gibiydi. Sonra Tünele ulaşıp tünel çıkışında biraz dinlenince diğer tarafın da aşağıya meyilli olduğunu fark edince neşemiz yerine geldi :)
Akşam saatlerinde tam düşündüğümüz gibi rotamızı tamamlayıp Giresun'a vardık.
 Nihayet yorucu 2 günün ardından rahat bir uyku için sabırsızlanıyorduk hepimiz.. Şimdi güzelce dinlenip işin en zevkli kısmı yayla turuna çıkmak kalmıştı geriye. Sabah erkenden kahvaltımızı yapıp yola koyulduk, Yolumuz uzun değildi aslında ama köye çıkıp orda zaman geçirmek istiyorduk. İlçe yolu yeşilliklerin arasında kıvrılan bir yılan gibi duruyordu sabah serinliğinde. Sürekli arabayla geçtiğimiz bu yollardan bisikletle geçmek gerçekten müthiş bir duyguydu.
 Hiç acele etmeden yavaş yavaş sürdük, tadını çıkararak.. Oyalana oyalana öğleden sonra ancak vardık köye, hepi topu 50 km var yok.. Akşamı köyde geçirdik. Güneşin gün içindeki hakimiyetinden sonra köyün serinliği ilaç gibi geldi. En sevdiğim yanlarından biridir yüksek köylerin, gündüz ne kadar sıcak olursa olsun akşam olunca üzerine bir şey giymeden durmak zordur.. Sıcağı pek sevmeyen biri olarak bayılıyorum bu duruma :) Derken sabah oldu ve güzel bi köy kahvaltısının ardından tekrar düştük yollara, bu seferki rotamız zevkli ve bir o kadar da yorucu. Tahmini 40 km kadar yolumuz var ve bu yolun 25 km civarı çok dik rampa. Bu arada yaylamızın adı Kümbet :) Kümbet Doğu Karadeniz'in en güzel yaylalarından biri esasında ama reklamı çok yapılmadığından Karadeniz dışında pek bilinmez. Bu kadar bilgi yeter diyelim devam edelim ;) Sabah serin bir hava var ve enerjimiz yerinde, eğlenceli bir yolculuk olacağa benziyor.
 Alabalık tesisleri, asma köprüler derken eğlenceli yollar sona erdi ve dik rampalara geldik. Bir süre sürdükten sonra yanımızdan geçen kamyonlara başka bi gözle bakar olduk, şimdi onlardan birinin kasasında olmak vardı :) Yaklaşık 10 km yokuş çıktıktan sonra iyice zorlanmaya başladık, zorlandığım anlarda kulağımdaki müziğe konsantre olup rahatlamaya çalışırım genelde, nitekim öyle de oldu. Müzik her zaman olduğu gibi yetişti imdadıma ;) Ama yine de  çoooookkk yorulduk artık, 5 km civarı bir yolumuz kalmışken bir pick-up durdu yanımızda. Yorgunluğumuz çok belli olmuş olacak ki; "Gençler bu yol bisikletle çıkılır mı, atlayın bakalım dedi" Bu sözü söyleyen şoför değil de Nazım Hikmet'ti sanki ya da Cemal Süreya. Bir cümle kulağıma ancak bu kadar hoş gelebilirdi :) Birbirimize bakarak sevinçle pick-upın kasaya doluştuk. Bisikletler çizilmiş, yamulmuş kimin umurunda. Ve nihayet Kümbet göründü tüm yeşilliği ve berraklığıyla. insanın çocukluğunu geçirdiği yerleri görmesi gerçekten farklı bir duygu. Belki pick-upın kasasında vardık ama olsun hedef bizim için başarıyla tamamlandı. Geriye  yaylanın tadını çıkarmak kaldı artık bize.
Yollarda olmak güzel... Klasik sorulardan biridir, çok gezenin mi yoksa çok okuyanın mı bildiği.. Okumak konusu ne olursa olsun müthiş bir deneyimdir, yeni fikirler keşfetmek, yeni ufuklar açmak.. Ama yine de seyahat etmek, yollarda olmak paha biçilemez bir duygu..